Blog kategorileri

Bir yaratıcı var mı?

Bir yaratıcı var mı?

.
Devasa güzellik. Şaşırtıcı karmaşıklık.
Evrenimizin mucizeleri kozmik bir kazanın mı, yoksa zekice bir tasarımın mı sonucu?
Yüzyıllardır din ile bilim sert rakipler oldular. Şimdiyse bilim aktif olarak yaratıcımızı arıyor. Bazı fizikçiler onun matematikte gizli olduğunu düşünüyor. Nörologlar onun beynimizde var olabileceğini, ve bilgisayar programcıları da tanrının onlardan biri olduğunu. Yani dünyamız onun simülasyonundan başka bir şey değil.
Bir yaratıcı var mı?

Her kültür bir tanrıya ihtiyaç duyar; her şeyi kontrol eden bir varlık, dünyayı yaratan ve kaderimize yön veren. Fakat bu inanç neden kozmik bir yaratıcı üzerinde birleşir? Onu kültürel veya ruhsal ihtiyaçlarımızı karşılaması için mi uydurduk? Tanrı gerçekten oralarda bir yerde mi? yukarıda?
Bu tanrı biliminde bir yolculuk. Ve inanın oldukça hızlı bir yolculuk. Bulacaklarımızdan bazıları inanca neredeyse karşı geliyor.

70'lerin başlarında, kızıma bir karınca çiftliği satın almıştım. Kısa zaman sonra sıkıldı, oysa ben sıkılmamıştım. İki cam panel arasına sıkışmış bu küçük hayvanat bahçesi tarafından adeta ezberlendim. Benim hakkımda veya kendi dünyalarını yaratan kişi hakkında ne biliyor olabileceklerini merak ettim.

Bizi kimin veya neyin yarattığı hakkında ne öğrenebiliriz, bizim gibi bu insanlık kolonisinde bir kenarda sıkışıp kalmışken? Bilimadamlarının evrendeki yerimizi anlamak için çabalamaya başlamasıyla birlikte, bir tanrıyla karşılaşmayı umut edenler oldu. 400 yıl önce büyük astronom Galileo Galilei'nin, çığır açan bir kavrama yeteneği vardı. Doğanın büyük kitabı matematik dilinde yazılmıştır.

O zamandan bu zamana, Newton ve Einstein gibi bilimsel dehalar, doğanın işleyişinin derinlerine inmek ve fizik kanunlarını belirleyen denklemler aracılığıyla tanrıyı aramak için matematiği kullandılar. Onların şöhretine ulaşmayı hedefleyen günümüz beyinlerinden biri de Garrett Lisi.
Evren, matematiksel olarak başarıyla tanımlanabilir. Dünyanın nasıl bir netlikte işlediğini hayal edip, bunun nasıl gerçekleşebildiği hakkında bir açıklama geliştirmek için sebepleri değerlendirmek ve matematiği kullanmak gerekir.
Fakat bu, sebepler dahil olmadan önce izleri silen bir hayaldir. Garrett, doktorasını tamamladıktan sonra macera ve hayal ettiği uzayın arayışıyla akademik sınırlamalardan kaçtı. Sıradan bir akademik işe başlamaktansa, ara vererek Maui'ye gelip bir sörf tutkununa dönüştüm ve araştırmalar yaptım.
Zamanımın çoğunu fizik araştırmalarına ve sörfe harcamak istiyordum. Doğayı anlama girişimlerimizin çoğu şimdiye kadar hep parça parça oldu.
Atomlar için bir dizi kurallar vardır, yıldızlar ve galaksiler gibi devasa nesneler için de başka kurallar.
Ve bu iki farklı matematik kuralları dizisi birbirleriyle örtüşmez. Lisi gibi fizikçiler, tek ve bütün bir teorinin; her şeyi açıklayan matematiksel bir dizaynın peşindeler. Garrett, onun sonunda "her şeyin teorisi"ni bulabileceğini düşünüyor. Ve eğer o haklıysa, tanrı bir matematikçi olabilirdi.
Garrett'in işi fiziğin en uç noktasında.
Bu zihin bulandırıcı matematiğe girişmeden önce ilk olarak bir yaratıcının varolmasının, matematiğe göre mümkün olduğunu kabul etmeliyiz.
Andy Albrecht, önde gelen bir kozmolog. Aynı zamanda ünlü bir çikolata tutkunu.
Andy Albrecht: Çikolatalı sufle ve bir latte istiyorum.
Mükemmel bir çikolatalı sufle, iyi dengelenmiş bileşenlerin belirli bir ısıda ve belirli bir sürede pişirilmesiyle yapılabilir, evrenimiz için de tanrı böyle yapmış olmalı, çünkü dört temel kuvvet arasında kesin bir denge söz konusu.
Dünyada etrafımızı saran, bildiğimiz ve sevdiğimiz dört kuvvet
yerçekimi, elektromagnetizma , bunlar büyük ihtimalle duymuş olduklarınızdır.
Ayrıca bir de zayıf kuvvet ve güçlü kuvvet var.
Bunlar biraz daha özel ama kesinlikle dünyanın işleyişi için çok önemliler.
Yerçekimi birçok şekilde ilk olarak bildiğimiz kuvvet.
Bazen tökezleyip yere düşebiliriz. Buna yerçekimi sebep olur.
Bazen taşıdığımız bir şeyi yere düşürürüz. Buna da yerçekimi sebep olur.
Elektromagnetizma bize kimyanın nasıl işlediğini anlatır.
Bir şeyler pişirirken kullandığınız enerji aslında elektromagnetik enerjidir.
Zayıf kuvvet elektromagnetizmadan yaklaşık bir milyar kere daha zayıftır ve radyoaktiviteden sorumludur. Muzdaki potasyum radyoaktiftir. Eğer miktarı fazla olsaydı bizi yok ederdi.
Güneş temelde bir nükleer reaktördür.
Güçlü kuvvet nükleer reaksiyonlarda enerjiyi açığa çıkarır.
Dikkate değer noktalardan biri, bu kuvvetlerin hepsi biraraya geldiğinde, bildiğimiz anlamda
hayatı meydana getirirler.
Bunlardan biri değiştirilirse ya da parametrelerle oynanırsa bir şeyler ters gider, gezegen yok olur, güneş söner, DNA bozulur.
Bazıları bunu "Goldilocks" paradigması olarak adlandırır, ne çok fazla, ne de çok az;
her şey tam kararında.
Bu mükemmel. Bazı fizikçiler, bu kusursuz ayarlamanın tanrının varlığına bir kanıt olduğuna inanırlar.
Dr. John Polkinghorne, atomaltı parçacıkların temeli olan tanecikler üzerine öncülük eden işler yaptı.
O aynı zamanda İngiliz kraliyetinde bir şövalye ve sör.
Tanınmış bilimsel sorgulamalarla geçen bir hayatın ardından, başka bir iş dalı için ilham buldu...
Rahiplik.
Dr. John Polkinghorne: Gerçekten tanrıya inanıyorum,gerçekten.
Evet, gerçekte İngiliz kilisesine bağlı bir rahibim, eğer olmasaydım garip olurdu.
Söz konusu dört temel kuvvet, dünyanın fiziksel işleyişine sebep olan unsurların portföyüdür.
Ve dünya ile ilgili enteresan bir gerçek şudur ki, bu kuvvetlerin sahip olduğu kendilerine özgü güç değerleri, bizim gözlemlediklerimize sanki onları biz belirlemişiz gibi çok yakın olmak zorundalar, çünkü ancak bizim tecrübe ettiklerimize çok benzer olan kuvvetlerden oluşan bir dünya, karbon bazlı bir hayat meydana getirmeye elverişli olabilirdi.
John, evrenin hassas dengesinin, arkasında ilahi bir el olmadan, kaza sonucu meydana gelmiş olması fikrini hayal edilmesi zor olarak değerlendiriyor.
Bu hassas denge, sıradan bir dünyada yaşamadığımızı gösteriyor.
Çok özel bir evrende yaşıyoruz.
Fakat neden?
Neden bu kadar şanslıyız?
Elbette dinsel inançlar bize çok yalın ve etkileyici bir açıklama öneriyor.
Fakat bilimadamları, kuvvetlerin bu dengesinin, zekice bir dizaynın işareti olduğu konusunda ayrılıyorlar.
Gerçekte, her şey kozmik zarların düşeşinden fazlası olmayabilir.
Dr. Alan Guth kozmoloji alanında hatırı sayılır bir kişi.
Onun genişleme teorisi, evrenin ilk dönemleri hakkında kabul gören bir düşüncedir.
Genişleme teorisine göre, büyük patlamadan hemen sonra evren inanılamayacak bir hızla genişledi, öyle ki; boyutunu her saniye 100,000 kere ikiye katladı.
Genişleme teorisi, bildiğimiz dünyanın nasıl oluşabildiğini açıklamaya yardımcı olur.
Fakat, genişlemenin diğer bir kafa karıştırıcı sonucu olarak birden fazla evren olabilir.
Genişleme eylemenin önemli bir özelliği, genişleme durduğunda her yerde aynı anda durmamasıdır.
Genişlemenin durduğu yerler, evren halini almaya yönelirler.
Ve bizim şu an multievren olarak adlandırdığımız diğer yerlerde, genişleme devam edebilir ve kısa süre sonra daha fazla cep evrenleri oluşturabilirdi.
Sonsuz genişleme olarak adlandırdığımız bu eylemle meydana gelmiş, sonsuz sayıda cep evreni olabilir.
Buradaki can alıcı nokta; eğer gerçekten multievren varsa, biz bu birçok evrenden sadece birinde yaşıyor olacaktık.
Olabilirdi; örneğin evrenimiz tam şurada.
Bu cep evrenlerinden her biri, farklı fizik kurallarına sahip olabilirdi.
Bizim evrenimizde, dört kuvvet mükemmel şekilde dengelenmiş durumda.
Hepsi birarada hayatın oluşmasına ve gelişmesine müsaade ediyorlar.
Fakat Alan'ın multievreninde herbir cep evreni, tamamen farklı bir kuvvetler dengesine sahip olabilirdi.
Belki elektromagnetizma daha zayıf, yerçekimiyse çok daha güçlü olabilirdi.
Sonuç insan yaşamına şans tanımayan tamamen farklı bir evren.
Alan'a göre evrenimiz, ilahi bir varlık tarafından özenle yapılmış olamaz.
Sadece kozmik kumarda şanslı atılmış bir zardan ibaret.
Zekice tasarlanmış bir evren ya da bir tesadüf, süregelen bu tartışma onlarca yıl fizik dünyasında sıkışıp kalmıştı.
Tam da bu noktada Garrett Lisi devreye giriyor.
Her şeyi açıklamak için tek bir matematiksel teori; bilimi, varoluşumuzu anlamaya her zamankinden daha çok yaklaştırabilirdi.
Ve şimdi, tüm hepsi Hawaii'de, bir sahil tutkununun kafasında.
Bir evren.
Dört kuvvet.
Milyarlarca galaksi.
Dünyamızın karmaşıklığı ve dengeliliği, en akıllı kozmologları bile birazcık delirtmeye yeterli.
Her şey nasıl bir arada uyum içinde?
Evren için tek ve her şeyi içinde barındıran bir dizayn mı var?
Ve şayet onu bulursak, tanrıyla gözgöze mi geleceğiz?
Bilimadamları bu uğurda onlarca yıl ve milyarlarca dolar harcadılar.
Dört temel kuvvetin gerçekte nasıl işlediğini keşfedebilmek için devasa atom parçalama makineleri yaptılar.
Atomlardan milyarlarca kat küçük mikroskopik seviyede, kuvvetlerin gerçekte minik parçacıkların hareketiyle meydana geldigini keşfettiler.
Elektromagnetizma fotonlar tarafından taşınır.
Güçlü kuvvet gluon adı verilen parçacıklar tarafından, zayıf kuvvetse "w" ve "z" bosonları adındaki parçacıklar tarafından taşınır.
Fakat yerçekimini taşıyan kuvveti hiç bulamadılar, bulunması zor gravitonları.
Ve burasi tam da, evrenin matematiğini bir araya getirme çabalarının tıkanıp kaldığı nokta.
Fakat firari fizikçi ve sörf tutkunu Garrett Lisi, başarmanın eşiğinde olabilir.
70'li yılların sonlarına doğru, insanlar elektromagnetik, zayıf ve güçlü kuvvetlerin varlığı hakkında fikir sahibi olduktan hemen sonra, bu üç kuvvetin birlikte büyük bir birleşik teori oluşturmaya ne kadar elverişli olduğunu gördüler.
Ancak, yerçekimini büyük resime yerleştirmek biraz daha zor, çünkü o biraz daha farklı.
Hatta zor az kalır...
Fizik alanındaki en muhteşem beyinler her şeye sahipler, fakat yerçekimi ve onun henüz görülmemiş gravitonlarını diğer üç kuvvetle birleştirme konusunda pes ettiler.
Ancak Garrett'in bir görüşü vardı; "bükülmüş çemberler".
Yerçekimi ve diğer kuvvetlerin tüm cebirsel yapısının nasıl birarada uyum içinde oldukları üzerinde çalışıyordum, ve tüm bunlar bir bütün olarak anlaşılabilir mi, bu yapının tamamı biraz daha geniş bir
Lie grubunun parçası olarak tarif edilebilir mi diye merak etmeye başladım.

Bir Lie grubu, herbiri bir diğerinin etrafında belirli bir örüntüde bükülen çemberlerden oluşan matematiksel bir biçimdir.
En basit Lie grubu tek bir çemberdir.
Eğer ikinci bir çember alır ve onu dik şekilde iç çemberin dışına sararsanız, bir kabartma halka (torus) elde edersiniz.
Bu, yüzey olarak bir yüzüğe benzer.
Eğer üçüncü bir çember alıp, diğer ikisine dik şekilde tutarak, iç çemberin etrafına sarar gibi bükerseniz, herbiri bir diğerinin etrafında bükülen bu üç çemberden, üç boyutlu bir şekil elde edebilirsiniz.
Fakat bu sadece başlangıç.
Garrett, çemberleri 248 kez birbirleri etrafında büktü.
Ortaya cıkan biçim, üç boyutta anlaşılamayacak kadar çok karmaşıktı.
Buna e8 Lie grubu adı verilir.
Bizim için bu sadece kafa karıştırıcı bir desen.
Fakat Garrett Lisi, çemberlerin birbirleri etrafında bükülme şekillerinin, çeşitli temel parçacıkların birbirlerini etkileme şekillerine benzediğini farketti.
Bu çemberlerden herbiri, fizikteki temel parçacıkların farklı çeşitleriyle ilişkilendirilebilirdi.
Bir çember elektronlara uyabilirdi.
Diğer çemberler; fotonlar, zayıf kuvvet parçacıkları veya güçlü kuvvet parçacıkları olan gluonlar gibi kuvvet parçacıklarına uyabilirdi.
Garrett aylarca, bu kaleydoskopu zihninde tekrar ve tekrar döndürüp durdu.
Ve sonunda bir şey farketti.
O ana kadar hiç görülememiş gravitonlar gibi davranan bir çember dizisi keşfetmişti.
Ve fizik tarihinde ilk kez, sıradan bir ölümlü, yerçekiminin diğer tüm kuvvetler ve parçacıklar ile uyuşabilirliğini görmüştü.
Bilirsiniz, yerçekiminin bu birleştirme esnasında, diğer Lie gruplarıyla biraraya gelebildiğini görmek hayatımın en önemli anlarından biriydi.
Dr. Lee Smolin dünyaca tanınmış bir fizikçi.
O da, Lisi'nin doğanın tüm kuvvetlerini tek bir matematiksel çerçeve içine yerleştirme çabasını büyük bir ilgiyle izliyordu.
Garrett Lisi'nin çalışması hakkındaki görüşüm, onun yüksek riskli ve fedakarlık isteyen bir şey yaptığı yönünde.
Eğer o haklıysa ya da en azından ilerlediği yönde doğru olan bir şeyler varsa, bu gerçekten çok önemli, çünkü bu birçoğumuzun uğraşmaktan pes ettiği bir çeşit hipotez --
bu, güzel bir matematiksel yapı içerisindeki eşsiz bir birleşme.
Garrett, evrendeki tüm parçacıklar ve kuvvetler arasındaki bu baş döndürücü geometrik ilişkiyi, istisnai basitlikteki bir "her şeyin teorisi" olarak adlandırıyor.
Bu ifade henüz keşfedilmemiş birkaç parçacık olduğunu öngörüyor.
Bu yüzden dünya genelindeki bilimadamları, şu an bunların peşindeler.
Tüm fizikteki en çok aranan parçacık ise Higgs Bosonu.
Bu geniş grupta, söz konusu parçacık kuvvetlerinin açık olmayan biçimde yeraldığı bazı bölümler var.
Oysa onlar, Higgs alanını tanımlamak için tam da ihtiyaç duyulan şeyler.
Higgs alanı, bilinen tüm temel parçacıklara yer veren bu geometrik parçacık alanıdır.
Yani o, her şeyi biraraya getirmek için kesinlikle ihtiyaç duyulan eksik yapboz parçasıdır.
Higgs avında eylemin merkezi, Garrett'in sahillerinden dünyanın diğer ucuna uzanıyor.
İsviçre'nin daha serin fakat daha az manzaralı olmayan Cenevre şehrinde, araştırmacılar insanlık tarihinin en gelişmiş mikroskopunu kullanıyorlar LHC veya Büyük Hadron Çarpıştırıcısı.
Her şeyin bir dökümünü vereceğini varsaydıkları parçacık olan Higgs Boson'unu bulma yolunda ellerindeki tüm imkanları kullanıyorlar.
Bu arada Garrett Lisi tarafından öngörülmüş yeni parçacıklardan bazılarını bulmaları da mümkün olmalı.
Eğer onlar varsa, istisnai basitlikteki "her şeyin teorisi" sonunda evrenin tamamı için bir model önerebilir.
Bu baş döndürücü geometri aynı zamanda, sizi, beni, güneşi, yıldızları ve bilinen evrendeki her şeyi yaratan birleşik bir matematik, ilahi bir geometri olabilir.
Bu bize harikulade düzendeki bir dünyada yaşadığımızı gösteren diğer bir önemli etken olurdu ve bu, arkasında ilahi akıl olan bir oluşum olduğu konusunda da oldukça imalıdır.
Buradaki ironi şu; bizi yaratıcıya yaklaştıran kişi aslında inançlı değil.
Bir parça geometrinin, varoluşu meydana getirebilmiş olma ihtimali; bir çeşit kişiliğe sahip, karmaşık yapılı ve anlaşılması biraz güç bir yaratıcının bu basit şeyi varetmiş olmasına göre benim için çok daha tatmin edici.
Garrett'in zihin bulandırıcı arayışı, hedefine yaklaşıyor olabilir veya tamamen yok da olabilir.
Bilimin işlemesini sağlayan bir veriş ve alış, yapım ve eleştiri süreci vardır.
Buna başlamak cesaret gerektirir.
Ve hayranlık duyduğum bir şey var, Lisi bu cesarete sahip, ama bu onun haklı olduğunu kastettiğim anlamına gelmez, tamam mı?
Fakat, eğer bu büyük problemleri çözmek için varsak, insanların, onun fikrinin ışığında yeni fikirler önermeleri gerektiğini düşünüyorum.
Garrett Lisi, Einstein gibi büyük zekaların başarısız olduğu noktada, varoluşun matematiğini keşfetmeyi başaran ilk kişi olabilir.
Ama ya yanılıyorsa?
Veya daha kötüsü, evreni bütün olarak tanımlayan bir matematik yoksa?
Eğer öyleyse bile bu adam için sorun olmazdı, çünkü o evrende biryerlerde bir yaratıcı olduğuna
zaten inanmıyor.
Tanrının zihinlerimizde varolduğuna ve bir anahtarı çevirerek onu çağırmasının mümkün olabilileceğine inanıyor.
Binlerce yıldır meditasyon yaptık, kendimizi aç bıraktık ve sesimizi duyurmaya çalıştık.
Yaratıcıyla temas kurabilmek için dua ettik ve ilahiler söyledik.
Peki, eğer tanrıyı görmek için tek ihtiyacımız olan beynimizin sağ lobunda bir mıknatıssa?
Bu Dominica.
Ontario, Sudbury'de bir hemşirelik öğrencisi.
Tanrı deneyimi yaşamanın eşiğinde.
Dominica'nın dinsel görüşleri yok, rahip ya da rahibe değil, hatta dindar bile sayılmaz.
Dominica: Tanrıya inanıyorum.
Bununla birlikte, onunla konuşmak için kiliseye gitmek zorunda olduğumuza inanmıyorum, çünkü o heryerdedir.
Dominica, kendisine basit bir rahatlama tecrübesi olarak bahsedilmiş olan deneye katılmayı kabul etti.
Bu da Dr. Michael Persinger, Dominica'ya ışığa giden yolda liderlik edecek kişi.
Laurentian Üniversitesi'nin, bilim binasının bodrum katındaki zihin bilinci laboratuarını yönetiyor.
İlk araştırmamız, beyin yapısı ve fonksiyonu ile deneyim arasındaki ilişkiyi anlamayı içeriyor.
Yani daha spesifik olarak şunu inceliyoruz; tanrı inancı ve tanrı deneyimi olarak adlandırılan bazı konseptler, biyolojik ve beyinsel bir esasa dayanıyor mu?
Dr. Persinger bir sinirbilimci.
Tanrının beyinlerimizde varolduğuna inanıyor.
Hatta, beynin hangi bölümünde yeraldığını da bildiğini düşünüyor.
Bizi gerçekten heyecanlandıran şeylerden biri de, beyin esasının özünde ne olduğuydu.
Hepsinin ardından, büyük insan tanımlaması biz kimiz.
Bunun dile ve sol lobun işlemlerine bağlı olduğunu biliyorduk.
Sonra sağ lob eşdeğerinin ne olduğu sorusunu sorduk.
Sağ lobda bu ikinci duyuya sahibiz.
Ve onu tecrübe ettiğinizde, bu duyu varlığı olarak adlandırılıyor.
Bunun tanrı deneyiminin bir prototipi olduğunu düşünüyoruz.
Tanrı deneyimini oluşturması için tüm yapması gereken, sarı başlığı deneğin başına yerleştirmek.
Buna tanrı başlığı diyor.
Tamam, başlığı takacağız.
Yaklaşımımız oldukça basitti eğer beyin üzerine çalışmak istiyorsak, bunu laboratuarda, bir deneyle yapmalıydık.
Sadece deneyimi yaşa ve bırak o sana gelsin, tamam mı?
Tamam.
Dominica'yı kapalı ve ışıksız bir odaya yerleştirdikten sonra, araştırma ekibi bir saat boyunca onun beyin dalgası aktivitelerini izleyecek.
Birkaç dakika içinde, Dominica'nın beyin dalgaları düzenli bir örüntü izlemeye başlıyor.
Sonra Dr. Persinger, Dominica'nın beyninin sağ tarafında bulunan manyetik bir bobini aktif hale getiriyor.
Manyetik bobin bir saç kurutma makinesinden daha güçlü değil, fakat enerjisini sağ temporal lobdaki küçük bir grup beyin hücresine odaklamak üzere tasarlanmış.
Bu hücrelerin, Dominica'da, bir şeyin ya da birilerinin mevcut olduğu duyusunu uyaracağına inanıyor.
insanoğlunun, son derece kaygı uyandırıcı olan kendi yok oluşunu, kendi ölümünü öngörme becerisi geliştirmesiyle; bu kaygının azalmasını sağlayan diğer bir kavramın ortaya çıktığı yönünde bir hipotezimiz var.
Ve bu kavram herneyse, kesin parametreleri vardı.
Sonsuz, sürekli ve heryerde olmalıydı.
Aksi takdirde bir sonu olurdu.
Eğer sonunuz varsa, kaygınız da vardır.
Bu yüzden beynin içinde, kendini telkin etmesi için dışarıda sonsuza kadar sürecek bir şeyler olduğuna dair bir kavram bulunmalıydı.
Ve bir şekilde ona ait olursanız, onun bir parçası olabilirseniz, kaygı hissi ortadan kaybolur.
Dr. Persinger, kutsallığı hissettiğimizi düşündüğümüzde, duyduğumuz hissin, beyinlerimiz sağ temporal lobunun ölüm kaygısını azaltma çabası olduğuna inanıyor.
Ve tanrı başlığını da, istenildiğinde bu hissi üretmesi için tasarladı.
Dominica?
Evet?
Tamam, neredeyse içeri girmeye hazırım. Sadece rahatla.
Dominica bir saat süreyle, ışık ve ses olmaksızın, odanın içinde kapalıydı; düşünceleriyle başbaşa...
Ve belki de tanrıyla?
Bir şeylerin varlığını hissettiğini söyledin.
Dominica :Evet, etrafımda bir şeyler var gibiydi.
Tamam, onları tarif edebilir misin?
Dominica: Hayır ,hiçbir şey yapmayan ve bir şeye benzemeyen vücutlar vardı, sadece ürperticiydi.
Ne kadarlardı?
Um...
Aslında onları saydı.
Elini oynattığını gördün mü?
Dominica: Evet.
Aslında onu yeniden canlandırıyordu.
Evet.
Dr. Persinger'in deneklerinin %80'inden fazlası, -inançlı olsun ya da olmasınlar tanrı başlığıyla bir varlık hissediyorlar.
Sağ lob uyarıldığında, etrafında bir şeylerin varlığını hissetti, yüzü olmayan beş varlık.
Dominica:Vücudum daha yukarıdaymış gibi aşağısını görebiliyordum, yani sadece üstünde görebildim.
Nasıl -- üstünde?
Evet.
Tamam.
Görsel duyuların bu belirgin, yoğun hissiyatına sahipti -- üst görsel alanda.
Şunu farkettin mi?
Temporal lobun harekete geçmesiyle aynı.
Şunu işaretlediğini görüyorum, "deneyimler kendi zihnimden gelmedi."
Bunu tarif edebilir misin?
Dominica: Kendimi izliyor gibiydim.
Yani o ben değildim, sanki -- kendimi yolda yatarken izlediğimi hissettiriyordu.
Dominica: Başım bana bağlıymış gibi hissetmedim.
Ne gibi hissettin?
Dominica: Başım yerinde değildi.
Tamam, yani başın başka bir yere bağlıymış gibi hissettin?
Evet.
Tamam.
Bu senin parlak görüntüler gördüğünü de söylüyor.
Dominica: Evet, sanki, ısı yükseliyordu, sanki alevler etrafı sarıyordu.
Hangisi en çok hoşuna gitti, Birincisi mi ikincisi mi?
Dominica: Birincisi.
Tekrar yaşamak isterim.
Çok iyiydi.
Peki, tamam.

Dominica: Alev kısmını çok fazla beğenmiyorum, ikinci kısmı, ama bilmiyorum.
İlk kısım muhteşemdi.
Odada vuku bulan, klasik bir deneyim yaşadı.
Şimdi şunu hayal edin; eğer o bir kilise sırasında otururken ya da bir sinagog veya camideyken, hatta gece yatağında uzanıyorken bunlar gerçekleşseydi ne olacaktı.
Onun bunu neye yoracağını ve tüm hayatının nasıl etkileneceğini hayal edebiliyor musunuz?
İşte başlıyoruz.
Dr. Persinger'ın çalışması, bu ruhsal deneyimlerin tek başına ikna edici olamayacağına dair ilginç olasılığı yükseltiyor, ancak tarihteki aşırı ve etkili dini görüşlerden bazılarının kökleri, insan beyninin kablolanmasıyla da yaşanabilen bu deneyime dayanıyor olabilir.
İbrahim, Musa, Amerikan yerlisi şamanlar -- neredeyse tüm dini liderler ve ruhani rehberler, kendilerine yaratıcıdan gelen net ve yoğun mesajlarla çarpıldıklarını kanıtlamışlardır.
Dini deneyimin tarihinde, büyük dini düşünürlerin çoğu temporal lobda elektriksel beceriye sahipti.
Luther, -bildiğiniz gibi- Lutheranism'in öncüsü; üzerine yıldırım düşmüştü.
Bunlar, hayatlarındaki kritik anlarda, insanlar üzerinde güçlü etkiler yaratan kısa olaylar.
Ve gerçekten, bilime büyük meydan okuma -- ve bu varolan kısmı -- beynin deneyimleri yarattığı gerçeği pek değil de -- uyarıcıların ne olduğu mu?
Manyetik alanları uyguladığımızda, basit uyarıcıların birkaç örneğini gördünüz.
Peki ya doğal uyarıcılar?
Peki topluluklar tarafından üretilen veya kurgulanan uyarıcılar?
Peki iç kimyasal değişimler?
Ve peki henüz bilmediğimiz tüm bu uyarıcılar, insanlık tarihindeki en güçlü deneyimi; tanrı deneyimini üretebilirler mi?
Binlerce yıldır, milyarlarca insan, yukarıda biryerlerden onlara bakan, yardım eden; yaratıcı ve aynı zamanda koruyucu olan bir tanrı düşüncesi etrafında hayatlarını kurdular.
Dr. Persinger'ın tanrı başlığı bizi insan deneyimini yeniden düşünmeye zorluyor.
Tanrı bizi yaratmamış olabilir. Bizi korumuyor olabilir. Tanrı basitçe zihinlerimizde varolabilir.
Fakat bir bilimadamı, yaratıcıyı biraz daha radikal bir şekilde ele alıyor, ve adeta Dr. Persinger'ın
teorisini suratına fırlatıyor.
Bu kez gerçek olan tanrı, bizlerse hayaliyiz.
Yaratıcımız, gerçekte bir kozmik bilgisayar programcısı olabilir ve biz bir simülasyondan fazlası olmayabiliriz.
Tanrı arayışı sürüyor.
Onu beynimizin en derin karanlıklarında saklı olarak bulabilecek miyiz? Ya da onu bir matematiksel teoride açığa çıkarabilir miyiz? Hepsinin içinde belki de en tuhaf olan ihtimale yakından bakalım.
Buradan başlayacağız.
Will Wright bir yaratıcı...
En azından bir evrenin.

"The Sims" adlı hit olmuş video oyununda, bu yazılım dahilisi, benden ve sizden pek farklı olmayan dijital insanlarla dolu bir dünya yarattı.
Yani bilgisayardaki Simler gerçekten insanların dijital olarak yeniden yaratılışları.
Onlar insanların simülasyonları.
Temel olarak, düşündüğümüz her çeşit kapsamlı görünümü bilgisayara tanımlamamız gerekir, bildiğiniz gibi bu tüm insanlığı kapsıyor.
İnsanların, kimliklerini diğerleriyle yer değiştirme konusunda çok iyi olduklarını düşünüyorum.
Buna empati diyoruz.
Bununla birlikte birçok oyun, Sims ile hissettiğiniz empati çerçevesinde kurulur, yani onların tecrübe ettikleri aslında sizin bir seviye geçtiğinizde tecrübe ettiğinizdir şeydir.
Ama şunu düşünün. Bu Sim ile ne kadar empati hissedebildiğini düşünüyorsun? Ve bu diğer biriyle ne kadar?
Geçtiğimiz birkaç on yıl içinde bilişim gücünde gördüğümüz yükselişin hızı, hiç azalma işareti göstermedi.
Ve bilgisayar simülasyonlarının gerçekçilik düzeyi, hızı bu seviyede tutmaya devam edecektir.
Simlerimiz, arkadaşlarımız kadar gerçek görünmeye başladığında, gerçek yaşantımız ile sanal yaşantımızı ayıran çizgiler silikleşmeye başlamayacak mı?
Bilgisayarlar, oyunlar ve simülasyonlar adeta bu arttırılmış gerçekçiliğin yolundalar.
Bunu bilgisayar grafiklerinde ve filmlerde görebilirsiniz.
Biz bunları bu düşük detay seviyelerinde tecrübe ederken, bence, bu deneyimler yine de gerçek deneyimler ile sanal deneyimler arasındaki çizgiyi silikleştirmeye başlıyor.
Peki zaten orada olmadığımızı kim söylüyor?
Kaliforniya - Pasadena'daki jet itişi laboratuarından bir bilim adamı, orada olabileceğimize ve kanıtının da tüm çevremizde olduğuna inanıyor.
Rich Terrile Mars'a tasarım görevlerine yardımcı oldu; Satürn, Neptün ve Uranüs çevresinde dört yeni uydu keşfetti ve uzak bir güneş sisteminin fotoğraflarını çekti.
Mantıksal bir zekaya ve teknoloji sevgisine sahip.
Şimdi bu mantığı daha büyük bir soruya taşıyor -- yaratıcı kimdir veya nedir?
Tanrı merkezli bir evren için ilk olarak düşünülmesi gereken; tanrılık için gereklilikler nelerdir?
Tanrı evrendeki her şeyle bağlantılı olan boyutlararası bir varlıktır, evrenden sorumlu bir yaratıcıdır, ve bazı durumlarda, eğer isterse fizik yasalarını değiştirebilir.
Bunların, tanrı olmak için oldukça iyi gereksinimler olduğunu düşünüyorum.
Terrile bu tanrısal gerekliliklerin, evrenin yasalarını oluşturmanın ve bir istekle bir şeyleri değiştirebilmenin; biraz ürkütücü bir şekilde, programcıların simüle edilmiş ortamlar yarattıklarında
yaptıklarına benzediğini düşünüyor.
Ve sonra, ne kadar hesaplama gücünün dünyamızı, üzerindeki tüm hayatı ve herbirimizin beyinlerini yaratabileceğini düşünmeye başladı.
Moore'un kanununa göre bu hesaplama gücü her 1,5-2 yılda bir ikiye katlanma eğiliminde.
Geçtiğimiz 18 yıl içinde, gerçekte her 13 ayda bir ikiye katlandı.
Şu an gezegendeki en hızlı bilgisayarlar, insan beyninin hesaplama gücüyle karşılaştırılabiliyor ve hatta tahmin edileceği gibi geçiyorlar.
Saniyede yaklaşık olarak bir milyon milyar (10^15) işlem.
Gelecek yıl ikiye katlanacak. Önümüzdeki on yılda, 500 çarpanıyla artacak.
Yani günümüzden on yıl sonra süper bilgisayarlarımız, insan beyninden yaklaşık 500 kat daha hızlı olacaklar.
Rich, bilgisayarların on yıl sonra, çevremizde gördüğümüz her şeyin fotogerçekçi simülasyonlarını yaratmaya elverişli olacağından emin.
Fakat bir bilgisayar, simülasyon bir dünyayı, bizim gibi düşünebilen canlılarla doldurabilir mi?
Cevap bu kutunun içinde.
Varsayalım benim bir kutum var.
Ve kutunun içinde bir insan beyni var, ve ayrıca bir de dizüstü bilgisayarım var.
İnsan beyni ve bir dizüstü bilgisayar, yaklaşık aynı ağırlıktadır.
Yaklaşık olarak aynı hacme sahiptir.
Ve yaklaşık olarak aynı miktarda güç harcarlar.
İnsan beyni hala günümüz dizüstü bilgisayarlarına göre yaklaşık 100.000 kez daha güçlüdür.
Peki, bunun günümüzden 50 yıl sonrasına ait bir dizüstü bilgisayar olduğunu varsayalım, ve insan beyni ile birlikte kutudalar, onlara sorular sormaya başlıyorum ve hangisinin cevap verdiğini bilmiyorum.
Eğer insan beyninin verdiği cevaplar ile bilgisayarın verdiği cevaplar arasındaki farkı söyleyemiyorsam, o zaman nitel olarak eşdeğerlerdir.
Ve eğer insan beyninin bilinçli ve kendinin farkında olduğuna inanırsam, makinenin de aynı niteliklere sahip olduğuna inanmam gerekir.
Bilgisayarlar bir kez dünya gezegeninin fotogerçekçi temsili içinde yapay zekalı canlılar simüle etme gücüne sahip olduklarında, etkileri gerçekten derin olur.
Varsayalım bizim müthiş bir simülasyonumuz var ve yapay zeka simüle ediyoruz.
Bu evreni biz yarattık.
Fizik yasalarını değiştirme imkanına sahibiz.
Her şeyi yapmamız mümkün, tanrılık için gerekli gördüğümüz tüm o şartları yerine getirebiliriz.
Bilgisayarların içinde dünyalar yaratmanın kıyısındayız; onları, hissedebilen canlılarla doldurmanın
ve onların tanrısı olmanın.
Fakat burası Rich Terrile'in yaratıcıyı arayışının bittiği yer değil.
Sonraki basamak gerçekten zihin bulandırıcı.
Onun şu an belki de zaten yapıyor olduğundansa, eğer bilim tanrının varolabileceğini gösterse daha çok inanırdı.
Belki bizler Simleriz ve yaratıcımız, süper bilgisayarının başında oturuyor.
Makinelerin yükselişi çok yakınımızda.
Bilgisayarlar dünyamızdaki birçok günlük işlevi ele geçiyor.
Peki yönetim zaten onlarda mı?
Yaratıcımız bir çeşit kozmik bilgisayar dehası mı?
Rich Terrile'a göre, yaratıcımızın, tanrısal güçleri olan bir süper bilgisayar kullandığı, bir çeşit devasa simülasyonda yaşıyor olabiliriz.
Ve doğada bunun için kanıt bulduğunu düşünüyor.
Eğer bir bilgisayar simülasyonuna bakıyorsanız, bunu anlamanın basit bir yolu vardır.
Görüntüyü yakınlaştırın.
Bilgisayar tarafından oluşturulmuş her görüntü, ne kadar gerçekçi olursa olsun, yeterince yakınlaştırdığınızda piksellere ayrılır.
Bunun gerçek dünyada olmayacağını düşünebilirsiniz, ama yanılmış olursunuz.
Geçmiş yüzyılda fizikçiler, maddenin gerçekten minik, küçücük piksellerden; atomdan milyarlarca kat küçük temel, bölünmez taneciklerden oluştuğunu keşfettiler.
Tüm bunları açıklayan teori; kuantum mekaniği, sadece maddeye değil tüm evrene uygulanır.
Evrenin çalışma şekline bakın.
Nicelikleri belirlenmiş. Piksellerden yapılmış.
Ve bireysel atomlardan oluşmuş.
Uzay nicelenmiş. Zaman nicelenmiş. Enerji nicelenmiş.
Her şeyin bireysel atomlardan oluşması demek; evrenin sonlu sayıda bileşenlere sahip olması, sonlu sayıda hallere sahip olması ve hesaplanabilir olması anlamına gelir.
Kuantum mekaniği, gördüğümüz her şeyin, güçlü bir bilgisayar içindeki kod satırlarından üretilmiş olmasının gerçekten mümkün olabileceğini söyler.
Fakat, evrenin gerçekten hesaplanmış olduğuna dair hiçbir işaret var mı? Caltech'deki fizik laboratuarında, şu an neredeyse 100 yıllık olan bir deney hayati ipuçları sunuyor.
Caltech'deki fizik laboratuarında küçük bir odadayız, esasında 1928 yılında tamamlanmış olan bir deneye bakıyoruz.
Bu deney bir elektron demetini alıp, bir grafit parçası boyunca iletiyor.
Ve gördüğümüz şey, elektronların grafit boyunca ilerlemesi ve bu şekilde damla yayılımı biçimlendirmesi.
Burada enteresan olan şey; grafit üzerindeki demete odaklandığımızda, çok ama çok ilginç bir desen fark ediyoruz.
Deney, grafit atomlarından oluşan hedefe elektron ateşleyen bir silahtan ve onların grafit üzerinden
nasıl sektiğini kaydeden derleyici bir ekrandan ibarettir.

Eğer bu düzenek bir milyar kez büyütülse ve silah gerçek mermiler ateşleseydi, derleyici ekrandaki desen yalnızca mermi deliklerinin rastgele lekeleri olacaktı. Ancak, küçültülmüş atomaltı dünyada, elektron sekişleri rastgele değildir. Ekrandaki desen, hedefteki atomların desenini yansıtır. Herbir elektron, grafitteki her atomun yerini hissediyor gibi görünür, hatta hedef kendisinden çok daha büyük olsa bile.

Elektronlar sanki nokta değilmiş gibi yayılırlar. Elektronlar bir şekilde tüm atomların nerede olduğunu bilir ve bu kırınım desenenini oluştururlar. Bu deney gerçekten olağanüstü bir şey gösteriyor; ve bu da, bu maddenin, gerçekte (sadece) ona baktığınızda, onu ölçümlediğinizde ayrı parçacıklar halindeymiş gibi davranması, ölçümlemediğinizde ise dağınık olmasıdır.
Etrafa dağılır.
Evrende sonlu bir biçime sahip değildir. Kuantum mekaniğinin bu basit kuralları, tüm atomaltı parçacıklara uygulanır. Onlara baktığımızda sadece noktadırlar. Farklı yöne baktığımızda fiziksel biçimlerini kaybederler. Peki, bu davranışın playstation 3'de bir video oyunu oynarken gördüğüm şeyle ne kadar paralel olduğunu anlamak için bir yaklaşımda bulunalım. Playstation 3'de, bunun
bir örneği "Simcity". Müthiş bir şehir. Onun her yerinde gezinebilirim, çünkü video oyunu bana, baktığım yere ait olan görüntüyü gösterir. Eğer başka bir yere bakarsam, yeni bir görüntü oluşturur. Yani, umulanın aksine, evren gerçekte bu şekilde davranır.
Evren, ne zaman, neye bakarsanız onu gösterir. Ona bakmadığınızda, aslında orada değildir.
Dünyamız piksellenir ve sadece gözlendiğinde belirgin bir biçim almaya başlar; bu, bilgisayar simülasyonlarının davranışına çok benzer.
Rick Terrile, tanrının var olma ihtimalini belirlemek için, bir simülasyonda yaşıyor olabileceğimiz olasılığı üzerinde çalışmayı denedi.
Buradaki soru; böyle bir şeyin olması ne kadar olası? Ve evrenimizde zaten olmuş olması ne kadar olası?
Şimdi bunlardan biraz uzaklaşalım, bildiğiniz gibi evren 13.7 milyar yaşında, ve ben de esasında, bir tanrı imal etme olanağım olan 50 yıl geçirdim. Bu eşiğe çok yakın olup da diğer tarafa geçmeyecek olma olasılığım nedir?
Bu derece yakın olma şansım 300 milyonda birdir.
Bu olağanüstü bir olasılık. Ve belki de olmamasından daha olası, belki biz bu eşiğin diğer tarafında bir simülasyonuz ve varolan tanrılar gelecekteki bizleriz.
Dünyamız, simüle edilmiş bir dünyanın tüm özelliklerine sahip. Yani Rich'in mantığı devam ediyor.
Gelecekte, kim insanları simüle etmeye insanlardan daha yakın olabilicek ki.
Torunlarımız.
Kendi evrenlerini yaratma gücü olan tanrısal canlılar. Bu, yaratıcının oldukça radikal bir fikri.
Fakat Rich için bu inançsızlık değil. Birisi çıkıp, "gerçekte neden bahsediyorsun?" diye sorabilir.
"Dünyanın bir simülasyon olduğunu ve bizlerin de sadece playstation 12 oyunundaki
varlıklar olduğumuzu veya bunun gibi bir şeyi mi söylüyorsun?"

Hayır öyle söylemiyorum, gerçekte bunun harikulade bir fenomen olduğunu düşünüyorum.
Bunda büyük teselli buluyorum. Bu gösteriyor ki, bu yolun bir yerinde hiçlikten, kendinin farkındalığa evrimleştik. Ve bu kendinin farkındalık şu an bulunduğumuz noktaya erişti, gelecekteki bizler tanrılar haline geldi.
Bu harika ve benim için fazlasıyla ilahi bir şey. Ayrıca benim ruhaniliğimin de geldiği yer burası.
Böyle şeyleri görmek... Bu benim için bir din.
Tanrının bilgimizdeki çatlakları doldurduğunu söylemiş oldu. Bazıları bu çatlakların küçüldüğünü görüyor.

Fizikte daima; bir şeyler üzerinde ilk kez çalışmaya başladığımızda karmaşık göründüklerini ama parçalarına indiğimizde parçalarının daha basit olduğunu görürüz. Yani eğer bir çeşit yaratıcı hayal ederseniz, bunun, yaratılmış olana göre daha karmaşık olduğu kabul edilir.
Yani benim için bu, filozofik açıdan tatmin eden bir model açıklanmasında geriye bir adımdır.
Diğerleri içinse bilimsel bilginin genişlemesi tüm çatlakları asla doldurmayacak. İnanç için her zaman bir yer olacak. Torunlarımızda bir yaratıcı için veya atalarımızın tanrıları için.
Bence bilimden ileri gelen bu sorular bize, İsa'nın bir tanrı olduğuna dair bir çeşit fikir veriyorlar. Ancak tanrı hakkındaki diğer birçok soruyu çözümlenmemiş bırakıyorlar.
Sanırım biz de, sonlu canlılar olarak tanrıyı asla bütünüyle anlayamayacağımızı kabul etmeye mecburuz.
Bilimsel merakımızı yönlendiren insanlık içgüdüsü, bizi cevapları aramaktan asla vazgeçirmeyecek.
Belki yakın bir günde bilim bize, dünyamızın gerçek yaratıcısı ile bizi ayıran kozmik pencereden bakma imkanı sağlayacaktır.
Tabii, gerçekten bir yaratıcı varsa...


fa آیا خالقی وجود دارد؟